• Menu
  • Menu

KARAYİPLER’DEN PASİFİK’E: KOSTA RİKA

Orta Amerika’nın kalbinde yer alan Kosta Rika, küçük bir ülke olmasına rağmen inanılmaz zengin bir doğal çeşitliliğe sahip. Dünya’da eko turizminin öncülerinden olan Kosta Rika’nın kıyıları Karayip Denizi’nden Pasifik Okyanusu’na uzanmakta ve topraklarının dörtte birini rezerv için koruma altına alınmış ulusal parklar oluşturmakta. Ülke, 4000 metreye dayanan yanardağ zincirleri ve bio çeşitliği ile bir cenneti andırmakta.

Turizm açısından hareketli bir sezon olan fakat tropikal iklim kuşağında bulunan ülkenin kuru mevsimine rastlayan ocak ayında Kosta Rika’ya sekiz günlük seyahat ettik.  Tüm yıl boyunca sadece iki mevsim yaşayan Kosta Rika’ya mayıs ayından kasım ayına kadar süren ve ‘Tico‘ların “yeşil mevsim” dedikleri yağmurlu kış aylarında gitmemek gerekiyor. Yerel halkın İspanyolca kelimelere sık sık küçültme eki olan ‘tico’ ve ‘tica’ eklerini eklemelerinden dolayı  ‘Tico‘lar olarak anılmaya başlanmışlar.  Örneğin “hermano” yerine küçük kardeş “hermanitico” gibi.

460 km uzunluğunda ve 120 km genişliğindeki bu küçük ülkeyi gezmeye, 1823’de, 25 km güneyindeki Irazu Yanardağı’nın patlamasından çok zarar gören Cartago’dan sonra yeni başkent ilan edilen San Jose’den başladık. San Jose, XIX. yüzyılın sonunda yaşadığı altın çağını, Avrupa’ya yapılan ilk kahve ihracatına borçlu. Bu dönemde, ekonomisiyle birlikte sosyal ve kültürel hayatı da yükselen başkent, Avrupa’yı andıran tiyatro, banka, otel, hastane, kilise, park gibi güzel yapılarla donatılır. Fakat 1950lerden sonra, Amerikan tarzı hayatı benimseyen San Jose’liler eski yapıları yıkarak yerine gökdelen tarzı binalar dikince, şehir eski çekiciliğini yitirmiş.

Şehirdeki ilk keşfimiz Ulusal Tiyatro’nun arkasındaki Plaza de la Cultura Meydanı’nda bulunan Merkez Bankası’nın hemen altında yer alan Museo del Oro (Altın Müzesi) oldu. Zengin Kolomb öncesi koleksiyonlar Kosta Rika’nın tarihine ve yerli kızılderili kültürüne ışık tutuyor. Sergilenen çok sayıda eserin içinde özellikle kurbağa figürlü hayvan heykelcikleri inanılmaz bir güzellikte. Kosta Rika’yı fetheden İspanyollar köle olarak kullandıkları yerlileri asimile etmek için törenlerinde kullandıkları nesnelerinin çoğunu imha edince, ne yazık ki Kolomb öncesi gelenekleri de yok etmişler.

Tarih turumuzu, hala 1948’deki iç savaşın mermi izlerini taşıyan Bellavista Kalesi’nde yer alan Ulusal Müze ile tamamladık. 1870’de inşa edilen bu bina 1949 yılında ordunun işlevine son verilene kadar askeri kışla olarak kullanılmış. Müzedeki granit, andezit ve kalkerden yapılmış büyük yuvarlak taş toplar oldukça ilginç. Muntazam bir şekilde yontulmuş bu taşlar ülkenin güneyindeki derelerin kenarında ve mezarlarda ortaya çıkarılmış. Boyları portakal büyüklüğünden 2 metre çapına kadar ulaşan bu esrarengiz taşların dünyada eşi bulunmamakta.

San Jose’den sonra, sık yağmur ormanlarının oluşturduğu Braulio Carillo Ulusal Parkı’ndan geçerek, Karayip kıyısına doğru yola koyulduk. Birkaç kilometrelik çevre yolu hariç kamyon trafiğinin çok yoğun olduğu, olağanüstü manzaralı ve dolambaçlı yollardan geçerek, yüksek topraklardan kıyıya inmek biraz zaman aldı. Bu yol, Karayip kıyısındaki büyük liman şehri Limon’a varıyor. Ülke ihtiyaçlarının ve ihracatının önemli kısmının geçtiği bu limanda binlerce konteyner beklemekte. Bölgedeki sayısız plantasyondan gelen muzlar ve tüm ülkenin ananas, mango, guava gibi diğer tropikal meyveleri buradan gemilere yüklenip diğer ülkelere doğru yola çıkıyor.

Yeniden fethetme anlamına gelen “Reconquista”, Mağriplileri İspanya’dan çıkarır fakat kraliyetlerinin kasaları boş kalınca İspanyollar acil para arayışına başlarlar. Kristof Kolomb, 1502’deki dördüncü seferinde Atlantik kıyılarını takip ederek Pasifik’e geçmek için bir geçit ararken bereketli bir doğaya sahip Veragua’nın zengin kıyısını keşfeder. Limon açıklarında demirleyip burada birkaç hafta geçirir. İspanyollara kapılarını açan Amerikalı Kızılderililerin boyunlarını altın ayna ve kolyeler sarmaktadır. Kızılderililer “altının nereden çıkarıldığı” sorusuna, güneyi işaret edip, büyük altın madenlerinin oralarda bulunduğunu söylerler. Kristof Kolomb İspanya Kralı Ferdinand’a “iki günde dört senede görebildiğimden daha fazla altın gördüm” diye yazar. Aslına bakılırsa Kristof Kolomb zengin bir doğadan ziyade, yerlilerde gördüğü altın bolluğuna bakarak bu topraklara “zengin kıyı” yani İspanyolca “Costa Rica” adını koyar. Fakat yerliler altın madenlerinin yerlerini gerçekten bilseler de hiç bir zaman tam olarak söylemezler. Derelerdeki altın çok az olduğu için İspanyollar asıl madenleri bulamayıp yerlilerinin altınına el koymakla yetinirler ve Kosta Rika hiçbir zaman beklendiği gibi “El Dorado” olamaz.

İspanyollardan bulaşan hastalıklardan ölmeyen yerliler kendi topraklarında köle olarak çalıştırılır veya Panama ve Peru’ya gönderilirler. Kaçabilenler de ülkenin güneydoğusunda bulunan Talamanca Ormanları’nda saklanır. Aslında parasızlıktan, gıda eksikliğinden ve yerlilerin ayaklanmalarından dolayı sömürgeciler için yaşam oldukça zordu. Kosta Rika’nın bağlı olduğu Guatemala, uzaklığı ve ulaşımın zorluğunu öne sürerek bu ülke ile pek ilgilenmez. Fakat yanardağların külleri sayesinde bereketli olan bu topraklarda meyvelerin yanı sıra buğday, sebze, şeker kamışı, kakao ve sömürgecilere asıl zenginliği getiren kahve yetiştirilmektedir. Kosta Rikalılar, Guatemala City’deki idarî makamlar tarafından ilan edilen bağımsızlıklarını tam bir ay sonra, 13 Ekim 1821’de eşek sırtında gelen bir posta ile öğrenirler. Süregelen iç çatışmalardan sonra 1848’de cumhuriyet ilan edilir.

Limon Limanı‘ndan sonra muz plantasyonlarının arasında güneye doğru ilerleyerek iki gece geçireceğimiz Panama sınırı yakınındaki Cahuita bölgesine vardık. Buradaki kumsal yer yer siyah yer yer beyaz kumlarla kaplı. Kıyıda yaşayan halkın çoğu plantasyonlarda ve demir yolu inşaatında çalışmak üzere XIX. yüzyılda Jamaika’dan gelen zencilerden oluşmuş. Bu yüzden sıklıkla Reggae müziği tınıları duyabiliyorsunuz. Cahuita Ulusal Parkı’ndaki plaja paralel bir patikada yarım gün yürüyüş yaptık. Yol boyunca poz veren capucin (keşiş) maymunları, dallarda uyuyan iguanalar, sindirim sistemi çok yavaş çalıştığı için haftada sadece bir kere ağaçtan inen tembel maymunlar, farklı kuş türleri, tarantulalar, mavi yengeçler, yiyecek vereceğimizi sanan ve yanımıza yaklaşan “mapache” adlı sevimli ragunlar gördük. Bu sahilleri terk etmeden önce Karayipler’in sıcacık sularının tadını çıkartmayı da ihmal etmedik. Daha sonra, muz ve diğer egzotik meyveleri yetiştiren bir organik çiftliği gezdik ve ilginç bir Kanadalı olan çiftlik sahibinden organik tarım ile modern tarımı karşılaştıran ve tabi ki organik tarımı öven uzunca bir söylev dinledik. Ki burada yediğimiz organik ürünlerden oluşan öğlen yemeği nefisti.

UNESCO tarafından biyosfer rezervi ilan edilen ve Panama’ya kadar uzanan, Kosta Rika’nın en büyük ulusal parkı La Amistad’ın içinde yer alan Veragua Yağmur Ormanları Araştırma Merkezi’ni gezdik. Bir teleferikle inanılmaz yükseklikteki değişik ağaç türlerinin tepelerinden geçerek muhteşem “canopy” manzaraları keşfetmek çok ilginçti. Ardından ormandaki şelaleleri ve araştırma merkezini gezdik. Yağmur ormanlarının eko sistemini andıran vivarium’larda yaşayan hayvanları burada yakından görebiliyorsunuz. Böcek ve sürüngen türleri; değişik boylardaki gündüz yaşayan kurbağalar; kırmızı, sarı, yeşil, mavi renklerdeki gece kurbağaları, dev kafeslerdeki rengarenk kelebekler. Burada gezinirken büyük gök mavisi kelebekler omuzlarınıza ve kafanıza konuyor. Başka bir bölümde ise boy boy ve her renkten binlerce değişik cinsten kelebek ve böcek sergisini görebilirsiniz.

Ertesi gün Orta Vadi’den geçerek, San Jose’nin kuzeyinde bulunan Poas Yanardağı Ulusal Parkı’na ulaştık. 2704 metre yükseklikteki volkana varmadan yarım saat önce başlayan bulutları gören rehberimiz, yukarıda havanın kapalı olabileceğini söyledi ve gerçekten de öyle oldu: Buluttan ziyade hafif bir yağmur ve daha da kötüsü tepeye varınca kalın bir sis tabakası etrafımızı sardı. Yine de bir patikadan yürüyerek kraterin ağzına kadar vardık fakat ne yazık ki sisten dolayı kraterin dibindeki gölün mavimsi sularını göremedik. Tepelerde hava sık sık böyle olurmuş, o nedenle buraya yerleştirdikleri tabeladaki resimlerde ne kaçırdığınızı görebiliyorsunuz. Ancak yine de ağaçların ve dev yapraklı bitkilerin arasında ki patikada yaptığımız bir saatlik yürüyüş yorgunluğa değdi.

Yanardağın eteklerinde ülkenin en iyi kahve plantasyonları bulunuyor. Bu plantasyonların en eskilerinden birini ziyaret ettik. Altın tohumu olarak adlandırdıkları kahvenin tarladan başlayarak geçirdiği tüm evreleri burada izleme imkanımız oldu. Küçük bir ülke olan Kosta Rika, dünya piyasasında rekabetçi olabilmek adına az fakat kaliteli üretime öncelik vermiş. Bu nedenle, Kosta Rika’da Robusta cinsi kahvenin aksine 900 metre yükseklikte yetiştiği için daha kaliteli olan Arabika cinsi kahve üretilebilmekte. Ülkenin kalitede iddialı olduğunu yediğiniz meyvelerden de anlayabiliyorsunuz. Buradaki ananaslar o kadar lezzetliydi ki her kahvaltı ve akşam yemeğinde bol miktarda yedik ve bir kere dahi kötüsüne denk gelmedim. Hepsi de son derece sulu ve tatlıydı. Muzlar, papayalar, guavalar hatta mangolar ki henüz tam mevsimi değildi, birbirlerinden lezzetliydi. Tarım ve hayvancılık yapılan bölgelerden geçerek bir sonra ki etabımız olan Arenal Yanardağı’nın eteklerine geldik. Akşam dağın eteklerindeki Fortuna Kasabası‘nın dışında ve dağ manzarasını gören bir otelde kaldık. Hala aktif olan yanardağın resimlerini çekmek için sabah erkenden kalktık.

Otelin çarpıcı güzellikteki bahçelerinde çok sayıda rengarenk kolibri kuşu uçuşuyordu. Sinekkuşu olarak da bilinen kolibri saniyede yaklaşık 80 defa kanat çırpabilen, arı gibi vızıltılı ses çıkaran, havada asılı kalabilen, geriye ve yanlara uçabilen, son derece üstün manevra kabiliyetine sahip ufacık bir kuş. Kolibri o kadar hızlı hareket ediyor ki kıvrık ince uzun gagasıyla çiçeklerden nektar emerken bile resimlerini çekmek pek kolay bir iş değil. Daha sonra, Arenal Ulusal Parkı’nı gezmek için yola çıktık. Parkta hafiften tırmanarak yaptığımız bir yürüyüşün sonunda ormanın içinden çıkıp, ilk lav tarlalarına ulaştık. Önümüzde harika bir panorama vardı: bir tarafta aşağılara doğru yayılan büyük Arenal Gölü; diğer tarafta yükselen Arenal Yanardağı’nın ortasındaydık.

Eskiden Arenal ormanlarla kaplı bir dağmış, ta ki 1968’in Temmuz başlarında bazı yer sarsıntılarından sonra ormandan duman ve derelerden buhar çıkana kadar. Sonunda 29 Temmuz’da büyük bir patlama meydana gelmiş ve Arenal aktif bir yanardağa dönüşmüş ve tabi ki çevresindeki tabiat büyük bir değişime uğramış. Sürekli tüten kraterden çıkan dumanları kolayca görebiliyorsunuz. Yamaçların üst kısımlarından kayan taşlar ise ancak dürbün veya fotoğraf makinelerinin teleobjektifleriyle görülebiliyor. Bariyerlerin sınırladığı manzara terasından ayrıldığımız esnada büyük bir patlama sesini duyduk: Volkan bize güle güle diyordu…

Pasifik Okyanusu’ndan önceki son etabımız Kosta Rika’nın kuzeyindeki Guanacaste eyaletinde bulunan Rincon de la Vieja idi. Akşam güzel bir hacienda’da geceledik. Bir otele dönüştürülen bu eski çiftlikte çok sayıda at vardı. Genelde buraya gelen turistler birkaç gün kalıp bölgeyi at sırtında geziyorlar veya ağaçtan ağaca halat ile kayarak geçtikleri bir sportif aktivite yapıyorlar. Biz burada yürüyüş yaparak ‘pailas’ adı verilen gayzer benzeri jeotermal faaliyetleriyle tanınan parkını gezdik.

Bu bölgeyi terk ettikten sonra, birkaç saatlik bir yolculukla ulaştığımız Puntarenas’dan feribot ile Nicoya Yarımadası‘na geçtik. Bir saat 15 dakika süren feribot seferi boyunca gemide bizden başka pek yabancı turist görmedik. Hafta sonunu geçirmek için buraya gelen aileler, sevgililer, erkek erkeğe eğlenmeye gidenler, şakalaşan gençlerden oluşan yerli halk ile beraber son derece renkli ve eğlenceli bir yolculuk yaptık… Bir de yolculuğun büyük gösterisi martılar: uçarken insanların uzattıkları yiyecekleri ellerinden yakalamak için yaptıkları dalışlar çok ilginçti. İki gece geçirmek üzere Balina Koyu‘ndaki otelimize yerleştik.

Odalarımıza yerleşene kadar gün batmıştı fakat canımız illa ki denize girmek istedi. Bu saatte med ve cezir’den dolayı bayağı çekilmiş olan okyanus tekrar yükseliyordu. Tam karanlık olsaydı denize girmezdik fakat şansımıza dolunay sıcak suları ışıkları ve yansımalarıyla aydınlatınca büyük bir keyifle yüzdük. Ertesi sabah hava aydınlanınca Balina Koyu’nun ne kadar büyük olduğunu fark ettik. Otelimiz koyun tam ortasındaydı ve geniş plajın uzunluğu 6 kilometreyi buluyordu. Kum üzerinde koyun diğer ucuna yürümek bir saat sürdü.

Kalabalık yok, yürüyüş esnasında bizim gibi dolaşan veya at sırtında gezen tek tük insanlara rastladık. Dönüş yolunda ise ara ara yüzdük. Deniz öyle keyifliydi ki çıkmak zor oldu. Yüzerken yanımızdan uçan balıklar geçiyordu. Otel doğa içinde çok büyük bir alanda kurulmuş fakat tabiat yeşil kollarıyla binaları öylesine sarmış ki binaları dışarıdan fark etmek mümkün değil. Odaların hepsine bahçeden girilebiliyor: ilk akşam, yemekten sonra odalarımıza dönerken birden sürü halinde dolaşan rakunlarla karşı karşıya kaldık. İnsanlara o kadar alışıklar ki hiç rahatsız olmadan koridorlarda gezinip çöp kovalarını açmaya çalışıyorlardı. Sabaha karşı, ormandan, hiç bir hayvana benzetemediğimiz haykırma sesleri geldi. Sonradan öğrendik ki bu garip sesleri çevredeki ormanlarda yaşayan maymunlar çıkarıyormuş. Sabah kahvaltı ederken restoranın etrafında irili ufaklı bir sürü iguana görünce şaşırdık. Meğerse, onlara muz atarak besleyen turistler alıştırmış. Bu kadar sempatik ve değişik hayvanla bir arada tatil yapmak doğrusu çok ilginç idi.

Böylece, kısa süren fakat güzel anılarla dolu Pasifik tatilimizi tamamlayarak son günümüzde feribot ile Puntarenas’a döndük. Yolumuz üzerindeki renkli kağnı arabası üretimi ile tanınan Sarchi köyünde bir mola verdik. Buradan da San Jose havaalanı ve Türkiye’ye geri dönüş…

Her ne kadar Kosta Rika eko turizmle tanınsa da sadece doğa sevenlerin değil her seyyahın keşfetmekten zevk alacağı keyifli ve renkli bir ülke. Ticoların dedikleri gibi “Pura vida” yani “Hayat çok güzel, tadını çıkar!

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir