• Menu
  • Menu

DEV BİR ÇÖL ÜLKESİ: NAMİBYA

İstanbul, Temmuz ayında en sıcak günlerini yaşamaya başladığı sırada, 12 kişilik bir grupla, güney yarımkürede kış mevsiminin hüküm sürdüğü Namibya’ya doğru yola koyulduk. Bir gece uçuşuyla önce Johannesburg’a, sonrada iki saatlik bir aktarma ile öğlen saatlerinde Namibya’nın başkenti Windhoek’e vardık. 825418 km2 ile Güney Afrika’nın en büyük ülkelerden biri olan Namibya, çok farklı manzaralara hakim dev bir çölden oluşmakta.

Ülke esasında dört ana bölgeden oluşmakta. Denize 1400 kilometrelik kıyısı ile ülkenin en kurak bölgesini oluşturan Namib Çölü; yüksekliği 2500 metreyi aşan Brandberg Sıradağları ile yarı kurak orta plato; ‘bushman’lar olarak tanınan ve bölgenin en eski halkı olan Sanların yaşadıkları çok kurak Kalahari Çölü; kuzeyde Angola ile Botswana arasında sıkışan, Kunene, Okavango, Kawando ve Zambezi Nehirlerinin aktığı ve Angola sınırı boyunca Zambia’dan Zimbabwe’ye kadar uzanarak ülkenin en yeşil ve en nemli bölgesini oluşturan Caprivi şeridi. Namibya’nın tam güneyinde akan Orange Nehri ise Güney Afrika ile doğal bir sınır çizmekte.

1650 metre yükseklikte bulunan Windhoek bildiğimiz başkentlerden ziyade bir taşra şehrini andırmakta. Namibya’nın toplam nüfusunun iki milyon olduğunu düşününce neden küçük bir şehir olduğunu anlamak zor değil. Zaten on bir gün süren seyahat boyunca uzun mesafeler arasında, çoğu zaman hiç bir yerleşime ve hayat belirtisine rastlamadan yüzlerce kilometre yol kat ettiğimiz oldu. Ülke nüfusu %50 Ovambo, %9 Kavango, %7 Herero, %7 Damara, %5 Nama, %4 Caprivili, %3 San ve çok az sayıda Himba’dan oluşan siyahi etniklerden oluşmakta. Nüfusun geri kalanını ise Hollandalı, İngiliz ve en önemlisi Bismark döneminde ‘Südwest Afrika‘ (Alman Doğu Afrikası) olarak ülkeyi koruma altına alan Almanlar ve de II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeyi istila eden Güney Afrikalılar oluşturmakta.

Windhoek’de 1890 yıllında inşa edilen ve Alman Schutztruppe’nin genel karargâhı olan Alte Feste’yi geziyoruz. Ulusal bir müzeye dönüştürülen kale, bağımsızlığını en son elde eden (1990) Afrika ülkesi olan Namibya’nın tarihini anlatmakta.  Ayrıca, 25 yıldan fazla süren Apartheid döneminde binlerce siyahinin Botswana, Zambia ve Angola’ya kanunsuz yollardan kaçışı ve bağımsızlık için verdikleri mücadele de müzede ayrıntılı bir şekilde anlatmakta.

Başkentin modern ana caddeleri “Bağımsızlık”, “Fidel Castro”, “Nelson Mandela” müdahale veren SWAPO Partisi’nin başkanı ve ülkenin ilk cumhurbaşkanı “Sam Nujoma” gibi kişilerin isimlerini taşımakta.

Tipik Alman mimarisiyle inşa edilmiş eski tren istasyonu ve neo-gotik ile Jugendstil-Art Nouveau karışımı olan Christuskirche Kilisesi görülmeye değer. 500 milyon yıl önce düşen Gibeon meteoritinin parçalarının sergilendiği meydanın etrafındaki pasajlarda çeşit çeşit Afrika sanat ürünleri, dükkanları ve sanat galerileri bulunmakta.

Ülkenin ortasında yer alan Windhoekin yaklaşık 600 kilometre kuzeyinde bulunan meşhur Etosha Ulusal Parkı’na doğru yola çıkıyoruz. 22270 km2 ile Afrika’nın en önemli rezervlerinden biri olan Etosha, alışılmamış bir görünüme sahip. Parkın kalbinde “Kurumuş büyük beyaz yer” anlamına gelen ve İngilizce ‘Pan’ kelimesi ile adlandırılan 5000 km2’lik düz ve son derece kuru bir havza bulunmakta. Güney Angola’dan akan akarsular buraya ulaşana kadar çoktan kurumuş oluyor. Havza, yazın kısa süren yağmur mevsiminde kısmen sulanmakta ve hafiften yeşermekte, fakat geri kalan aylarda tekrar kuruyarak, içerdiği yüksek orandaki tuzdan dolayı bembeyaz bir alana dönüşmekte.

Parkın otlak yeri olan ovalarda yaklaşık 325 kuş ve 114 memeli türü barınmakta ve bu büyük hayvan popülasyonu su içmek için ‘pan‘ a gelmekte. Bizim seyahat ettiğimiz ve kış aylarında rastlayan dönemde yağmur yamadığı için, doğal veya suni oluşturulmuş göletlere su içmeye gelen hayvanları daha kolay görme imkanı oluşuyor. Zebra sürülerinin yanı sıra çok sayıda dikdik (küçük impala), Namibya’nın sembolü olan düz ve uzun boynuzlu oryx, kudu, gembok, Impala, springbok gibi antilop türlerini bir arada görmek mümkün. Ayrıca zürafalar, filler, deve kuşları, çakallar, küçük kemirgenle… Ve tabi sayıları çok daha az olan aslanlar ve ne yazık ki nesilleri tükenmekte olan gergedanlar ve özellikle ağız biçimi beyaz gergedandan farklı olup çok ender rastlanan siyah gergedanlara bu bölgede rastlayabilirsiniz. Boynuzları için kaçak avcılar tarafından avlanan siyah gergedanlar, birkaç senedir ‘Save The Rhino Trust Fund’ kuruluşu tarafından yerel halkı eğiterek koruma altına almaktalar.

Parkın içinde iki gün boyunca özel safari araçlarıyla dolaştıktan sonra, yedi saatlik mesafedeki Angola sınırına yakın ve seyahatin en kuzey noktası olan Kaokoland’ın baş şehri Opuwo’ya varıyoruz. Toz toprak içinde bir yer olan bu küçücük şehre gelmemizin sebebi animist bir etnik grup olan Himbalar ile yakından tanışmak. Buralara kadar gelmeden, Damaraland bölgesinde, Etosha’dan Swakopmund’a giden her turistin ziyaret ettiği bir Himba köyünü görmek mümkündü fakat nüfusu 8.000’i aşmayan ve Hererolarla uzak akraba olan Himbaların asıl köyleri bu kuzey yörede bulunmakta.

Yakın bir zamana kadar yarı yörük olan Himba halkı, kuzey Skeleton Coast’un (İskelet Kıyısı) doğusuna kadar uzanan ıssız bir bölge olan Kaokoland’da yaşamakta. Hayvancılık ile uğraşan Himbaların yaşam tarzı ve örfleri son derece sıra dışı. Modernizmi tamamen reddedip aynen iki yüz sene önceki gibi yaşamaktalar. Buradaki köyleri gezmek çok kolay değil. Yerel rehberimiz bizi aralarına kabul etmeleri için köyün reisine, yanına getirdiği birkaç büyük torba unu, şekeri, yağı ve bisküvileri teslim ediyor ve çok değerli konuklar olarak ağırlanıyoruz. Bu uygulama, kötü bir alışkanlık haline gelebilen para dağıtma zorunluluğu olmadan rahat gezip, fotoğraf çekebilmemizi sağlıyor. Bu ilginç ziyaretin sonunda da kadınlardan satın aldığımız kolye ve bileziklerle köyün ekonomisine katkıda bulunuyoruz.

Sabahın erken saatlerinde geldiğimiz ilk köyde ilginç bir olaya tanık oluyoruz: Bizden biraz önce başka bir köyden gelen seyyar şaman-büyücü, köyün ortasında yerde oturarak yanındaki özel bir ağacın dallarından koparıp hazırladığı yaprak ve ot karışımı bir kutsal ilacı, bebekli bir kadının yüzüne sürerek onu tedavi etmeye çalışıyor. Ardında gelen ve ne derdi olduğunu anlamadığımız yaşlı bir erkeğe de aynı işlemi tekrarlıyor.

Himbalar neredeyse çıplak dolaşıyor. Bütün giysileri bellerine bağladıkları küçük bir deri parçası. Günümüzde bazı Himba erkeklerini pantolon ve tişört giyerken görebilirsiniz ama kadınları asla. Onlar geleneklerine çok daha bağlılar. İşin ilginç tarafı ise bu kadınların hiç suyla yıkanmayıp, ciltlerini temiz tutmak ve güneş, sivrisinek gibi etkenlerden korunmak için bir tür toprak karışımını devamlı derilerine sürmeleri. 

Ezdikleri kırmızı toprağı tereyağıyla karıştırarak elde ettikleri vücut kremini her sabah tüm vücutlarına ve saçlarına sürüyorlar. Köy reisinin bir yeğeni, beni yaşadığı kulübenin içine davet ederek bu uygulamayı nasıl yaptığını gösterdi. Oldukça küçük ve karanlık kulübenin ortasında, yerde bir ateş vardı ve hiçbir eşya yoktu. Genç kadın yere oturarak söz konusu karışımı hazırladı ve vücuduna sürdü. Daha sonra toprak bir çanağın içinde yanan bir tür tütsüyü kollarının arasına alarak üzerine eğildi ve çıkan dumanı vücudu ile yüzüne yedirdi.

Namibya’nın hava sıcaklığı bölgelerine göre  değişiklik gösteriyor. Hava sıcaklığı gündüz 15 ile 30 derece arasında değişebiliyor. Fakat soğuk bu insanları pek etkilemiyor.  Sabahın erken saatlerinde biz kazakla dolaşırken çoğu kadın çıplak veya omuzlarına bağladıkları ve sadece dizlerine kadar inen ince bir kumaş parçası ile dolaşıyordu. 

Süs olsun diye de kalçalarının arkasına büzgülü bir keçi postu sarkıtıyorlar. Evli kadınlar da benzer bir postu boynuz şekli vererek ve hiçbir zaman çıkarmamak üzere kafalarının tepesine yapıştırıyor. Kadınlar saçlarına uzun örgüler yapıyor ve hatta bunların sayısını arttırmak için aralarına kırmızı toprak karışımı ile ilave örgü yapıştırıyorlar. Dans ederken kafalarını çark gibi döndürerek, örgülü saçlarını havada uçuşturuyorlar. Genç kızlar perçem gibi alınlarına inen iki tane boynuz şeklinde saç örgüsü yapabiliyor. Kadınlar, çıplak vücutlarını hasırdan, tahtadan, deniz kabuğundan ve metalden yapılan çok sayıda bilezik ve kolye ile süslüyor. Başka ilginç bir gelenek ise ergenlik çağına giren genç erkek ve kızların alt çenedeki dört kesici dişin bir defada ve anestezi yapılmadan küçük bir tahta parçasına vurarak çekilmesi ve üst orta iki dişin sivri bir şekilde törpülenmesi. Son derece acı veren bu yetişkinliğe geçiş töreni büyük bir cesaret gerektiriyor.

Ertesi gün, Kaokoland’ın güneyindeki Damaraland’a doğru yola çıkıyoruz. Dağların arasından geçen pist son yağmurlardan dolayı çok bozulmuş bir haldeydi. Bu nedenle Angola sınırına doğru giden asfaltlanmış yolu tercih ediyoruz. Bu uzun mesafeler arasında yerleşim yeri ve dolayısıyla yemek imkanı olmadığı için kaldığımız lodgelardan sağladığımız kumanya ile piknik yaparak öğlen yemeğimizi yiyoruz. Kurutulmuş kuzu eti piknik menüsünün en önemli yemeği oluyor. Namibyalılar kuru etleri kuru yemiş gibi her fırsatta tüketiyor. Bu arada et ürünleri Namibya mutfağının ana ürününü oluşturmakta ve sığırın yanı sıra ceylan, kuzu ve zebra’ya kadar uzanan bir et çeşitliliğine sahipler.

Khorixas’tan batıda yükselen Brandberg Sıradağlarına doğru istikamet değiştiriyoruz. Buradan itibaren seyahatin sonuna kadar, Swakopmund şehri hariç, kumlu pistlerden ilerleyeceğiz. Yolumuz üstündeki ‘Petrified Forest yani taşlaşmış ormanı geziyoruz. Burada, oluşumu 240-300 milyon yıl arasına uzanan ve sellerle sürüklenerek gelen yaklaşık elli kadar fosil ağaç kütüğünü görmek mümkün. Öğleden sonra lodgeumuza varıp hiç vakit kaybetmeden, çöldeki yaşama uyum sağlamış fillerin izlerini sürmek üzere özel safari araçlarıyla yola çıkıyoruz. Kurumuş Huab Nehri’nin kumlu yatağında yaklaşık bir saat dolaştıktan sonra, bir fil ailesine rastlıyoruz. Bir erkekle bir kaç dişi ve genç, iki de yavrudan oluşan aile bölgenin seyrek olan çalı ve ağaçlarını yemekle meşguller. Onları oldukça yakından doya doya seyrettikten sonra bir tepeciğin üzerinde aperatiflerimizi yudumlayarak muhteşem güneş batımını seyrediyoruz.

Önümüzdeki sararmış ovaların ve arka plandaki kırmızı dağların üzerinden batan güneşin inanılmaz renkleri ve arkamızda doğan dolunayın yükselişi hiç unutamayacağız bir manzara oluşturdu. Hiçbir yerin ortasındaki lodgumuzun terasında inanılmaz büyüklükteki dolunayın karşısındaki akşam yemeğimizin atmosferi büyüleyiciydi.

Ertesi gün, bu bölgede yer alan ve kaya oymaları ve resimleri ile Afrika’nın en önemli ören yerlerinden biri olarak kabul edilen Twyfelfontain’i ziyaret ediyoruz. Buradaki kayalarda 2000’den fazla insan ve hayvan betimlemesi bulunmakta. Atlas Okyanusu’na doğru ilerledikçe bir çöl manzarası karşımıza çıkıyor.

Daha önce sözünü ettiğim Skeleton Coast ismini uçak kazalarına borçlu. 1933’te İsviçreli pilot Carl Nauer, Namibya kıyısında kaybolduktan sonra, Reuters Ajansının röporteri Sam Devis, Nauer’in kemiklerinin bir gün bu kıyıda bulunabileceğini yazıp, adeta bir insan ve gemi mezarlığı olan bu yaşanması zor kıyıya İskelet Kıyısı adını verir. Nitekim kıyıya ulaştıktan yaklaşık 30 kilometre sonra, kumlara saplanmış ve yan yatan yeni bir gemi enkazına rastlıyoruz. Kaza oldukça yeni. 2009’un başlarında olmuş. Bu kıyılarda denizin şiddetli dalgalarından ve sert esen kumlu rüzgarlarından dolayı hiçbir şekilde kurtarılamayan gemiler zamanla hurdaya dönüşmüş. Namibya kıyıları XV. yüzyıldan beri fırtınalara, yoğun sise ve ölümcül Benguela akıntılarına kapılan batıklarla dolmuş.

Öğleden sonra, tıpkı bir vaha gibi kumların arasından yükselen ve bir tatil beldesi olan Swakopmund’a varıyoruz. 1893’te Almanlar tarafından kurulan şehir Jugendstil (Art Nouveau) ve modern mimari stilindeki binaları ile son derece şirin ve hoş bir yaşam alanı oluşturmuş. Eski tren istasyonundan dönüştürülen otelimiz ise Swakopmund’un en güzel mimari örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Şehir, güzel dükkanlarının yanı sıra sıra dışı bir galeriye sahip. ‘Kristall Gallery‘ de Namibya başta olmak Afrika’nın her köşesinden gelen elmas ve yarı değerli taşlarla göz kamaştırıcı bir koleksiyon ve bazı jeolojik harikalar sergilenmekte. Galerinin ana parçası ise 2 metre boyunda ve 14 ton ağırlığındaki 500 milyon senelik bir kuvars kristali. Burayı gezmeyi ve eski iskelede bir kahvenin terasında, güneş batımını seyretmeyi ihmal etmemek lazım.

Ertesi sabah, özel dört çeker arazi araçlarıyla eski bir İngiliz limanı olan Walwis Bay’e kadar gidip oradan kum tepeleri üzerinde dolaştıktan sonra ancak izinle girilebilinen yasak bir bölge olan Sandwich Bay’i keşfediyoruz. Plajın kıyısını yaklaşık 20 kilometre takip ederek değişik kuş türlerinin görünebildiği büyük bir laguna geliyoruz. Burada Namib Çölü’nün yüksek kum tepeleri başlıyor. Medcezirden dolayı okyanus hızlı yükseldiği için çok geç olmadan geri dönmek gerekti.

Pelikan Point’a ulaşıp fok kolonisini ziyaret ettik ve kıyıda rehber ve şoförlerin hazırladığı, deniz mahsullerinden oluşan muhteşem bir piknik yaptık. Daha sonra, burada bizi bekleyen bir tekneye binerek körfeze açıldık ve yolda son derece sempatik olan kaptanın çağrısına gelen, körfezde yaşayan bazı hayvanlarla dostluk olduk.

Önce kıyıdan uzaklaşırken birkaç tane yunus gördük. Ama esas ilginç olan foklardı. Kaptan birden foklara sesleniyor ve aralarından iki tanesi tekneye yaklaşıp şov yapmaya başlıyor. Dalıp su yüzüne çıkıyor; döne döne yüzüp sırt üstündeyken koca yüzgeçli ayakları ile bizi alkışlıyorlar. Kaptan onlara bir iki balık attıktan sonra tekneyi son hızla hareket ettiriyor.

Biz artık buradan ayrılma zamanı geldiğini zannederken birden kaptan “Arkaya bakın” diyor: Foklardan biri, iki koca motorun arasındaki platformun üstüne çıkmış ve su kayağı yapar gibi sürükleniyor. Kaptanın atmaya devam ettiği balıkları bu büyük hızda ve  müthiş bir ustalıkla yakalıyor. Ardından bir anda teknenin içine atlayıp aramıza oturması hepimizi daha da şaşırtıyor. Uzunca bir süre bizle poz verip çeşitli cilvelerle epeyi bir balık yedikten sonra denize atlayıp tekneden uzaklaştı. Daha sonra, uzaktan birkaç pelikan görünmeye başladı. Kaptan teknenin hızını kesip onlara seslendi: “Come to papa”. Ve o an havada ve suyun üstünde bir bale başladı: Dev gagalarını açıp kaptanın attığı balıkları inanılmaz bir atlayışla yakalamaları çok güzel ve  özel bir gösteriydi. Kaptanımız sayesinde bu sevimli yaratıklarla çok hoş bir iletişim kurmuş olduk.

Bir sonraki etap bizi 50 bin km2 ile ülkenin en büyük ulusal parkı ve dünyanın en zengin doğal rezervlerinden biri olan Namib Naukluft Ulusal Parkı’na götürdü. Park dağlardan, çayırlardan ve devasa kumul bir çölden oluşmakta. Önce Swakopmund’dan çıkınca kaya, taş ve çakıldan oluşan Namib Çöl Parkı‘nı kuzey-batından güneydoğuya doğru aşan bir pisti kat ettik. 

Yolun üzerinde koruma altına alınan Welwitschia Mirabilis bitkilerini incelemek üzere durduk. Aslında daha kuzeyde yer alan Taşlaşmış Orman’da dünyada bir eşi olmayan bu ilginç bitkinin birkaç örneğini görmüştük. Fakat buradakiler çok daha büyük. Hatta en yaşlılarının yaşı  1000 civarındaymış.

Welwitschia Mirabilis ismi, 1852’de ilk defa bu bitkiyi tanıtan Alman botanikçi Friedrich Weltwitsch’den gelmekte. 3 metreyi bulabilen ve sadece iki yapraktan ve bir kökten oluşan bu bitki sabah sisinin etkisiyle çöllerde yaşayabiliyor. Bu 100-150 kilometrelik dar fakat uzun sis kuşağı Orta Namibya’daki Kuiseb Nehri‘nden Güney Angola’ya kadar Atlas Okyanusu’na paralel olarak 1000 kilometre boyunca uzanarak, dünyanın en eski çölü olan Namib Çölü’nde az da olsa bir kaç bitki türüne hayat vermekte.

C14 yolundan ilerledikçe çölün ortasına varıp bir tabela ile gösterilen Oğlak Dönencesi’ni geçiyoruz. Öğlene doğru “Hiçbir yerin ortasında” olarak tasvir edilebilen ve “ıssız” anlamına gelen Solitaire’e geliyoruz. Bir iki çiftlikten oluşan yerleşim yan yana sıralanmış lodge, benzinci, market ve harika apfelstrudel yapan bir pastaneye sahip. Burada mola verip kumanya ve o harika apfelstrudelden oluşan bir piknik yapıyoruz. Yolun sonraki kısmında manzaralar tamamen birbirinden büyük kum tepelerine dönüşüveriyor.

Devasa bir havza olan Sossusvlei’de, 300 metreyi aşan dünyanın en yüksek kum tepeleri bulunmakta. Namib Çölü’nün bütün güzelliğinin sergilendiği bu bölgede elmas yatakları bulunduğu için  1977’de gezginlere açılmış. 

Ufka doğru göz alabildiğince uzanan nefes kesici kum tepeleri, güneşin hareketine göre solgun turuncudan parlak kırmızıya, pembeden mora dönüşerek inanılmaz bir renk cümbüşü sergilemekte… Burada herhangi bir kum tepesine tırmanmak yasak ve biz tırmanışa açık olan 45 Nolu kum tepesine tırmanıyoruz. O kumluk aşağıdan bakıldığında çok yüksek görünmüyor fakat tırmandıkça bu düşüncenin ne kadar yanıltıcı olduğunu anlıyoruz. Kumul yukarı çıktıkça büyüyor gibi görünüyor. Çünkü tepe, arkaya doğru uzanan kademeli değişik tepelerden oluşuyor. Bu tırmanışın insana verdiği özgürlük duygusu ise paha biçilemez.

Aynı gün, ancak 4×4 arazi araçlarla gidilebilen Dead Vlei’ye ulaşıp, yarım saatlik bir yürüyüşten sonra kumların arasında yer alan ve üzerinde hayalet gibi bir kaç ölü ağacın bulunduğu kurumuş gölü keşfediyoruz. Bu olağanüstü manzaraları beş kişilik bir uçak ile Skeleton Kıyısı’na yaptığım uçuş sırasında başka açılardan da görme imkanım olmuştu. Bu uçuş Walwis Bay’in 100 km. güneyindeki Conception Körfezi’nde, 1909 senesinde batan Eduard Bohlen adlı bir gemiyi görebilmek içindi. Çölün ilerlemesiyle gemi artık kıyıdan birkaç yüz metre içeride ve neredeyse kumlara gömülü bir halde duruyor. Ayrıca, XX. yüzyılın başında elmas arayıcıları tarafından kıyıya yakın kurulan ve kısmen kumlarla kaplı eski yerleşimin enkazlarını da görmek mümkün oldu.

Solitaire’den tekrar geçip, daha sonra Namib ve Kalahari Çöllerinin arasından uzanan yolu takip ederek Windhoek’e geri dönüş yolcuğuna başladık. Başkente varmadan önce Khomas Hochland Dağları ile çevrili, harika konumlu bir ‘Big Cats‘ çiftliğini gezmeyi de ihmal etmedik. Burada rehabilitasyon amacıyla koruma altına alınmış ve serbest dolaşan leopar, dünyanın en hızlı koşan hayvan olan çita ve aslanları, 4×4 arazi araçları ile keşfe çıkarak gözlemliyoruz. Bize eşlik eden ‘ranger’ bizi özel bir bölgeye götürdükten sonra, hayvanların fotoğrafını çekmek için yerlere et parçaları bırakıyor. Çok geçmeden etin kokusuna uyanan bir çita sürüsü tepelerden dört nala inip karınlarını doyuruyor. Biz de bu sayede onları çok yakından izleyebildik. Onlar da ara sıra doğal olarak bize bakıp tıslıyor. Farklı iki yerde leopar ve aslanlar için aynı operasyon tekrarlanıyor. Gördüğümüz hayvanların çoğu bebekken insanlar tarafından kedi köpek gibi ev hayvanı olarak yanlarına alınmış. Fakat büyüyüp bakılamaz durumu gelince onlar için artık yabancı bir ortam olan doğaya sorumsuz sahipleri tarafından bırakıldıkları için kendi kendilerine beslenemeyip, korunmasız kalmışlar. Bazıları da yaralanıp veya avlanılıp ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş. Bu çiftlik onlar için bir kurtuluş noktası olmuş.

NamibyaAfrika’ya yaptığım en ilginç gezilerin başında yerini aldı ve gezgin dostlarıma da Afrika’nın bu güzel, sıra dışı ve güvenli ülkesinde bir geziyi kaçırmamalarını tavsiye ederim.

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir